Şeker pancarını satmış parasını alıp beze sararak kuşağının arasına itina ile yerleştirmişti. Şimdi sıra evinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını almakta idi. Sürekli alışveriş yaptığı dükkâna girdi. Eski borcunu ödeyeceğini söyledi. Sonra da ihtiyaçlarını sıraladı. İstekleri hazırlandı önüne konulduğunda bir yığın oluşmuştu. Elini kuşağının içine attı. Para sardığı bezi çıkardı. İçinden borcunu karşılayacak parayı çıkardı ödemeyi yaptı. Olan o sırada oldu. Kuşağının arasına koyduğum sandığı parayı sardığı bezin içinden kıvrılmış para düşüverdi. Dükkân sahibi de görmüştü paranın düştüğünü belki de ama bir şey diyemedi. Çünkü aynı köyden Kara Mesut paranın üzerine basıverdi. Kimse görmeden de aldı yâda o kimse görmedi sandı.
Fatma Ana iki yetim kız çocuğu olan Mehmet’in üçüncü eşi olarak evlenmişti. Yoksulluk günleri idi. Koca evine geldiği ilk gün evde yarım çuval arpa var idi. Yarısını Değirmene un için göndermişti. Diğer yarısını da el değirmeni ile çekerek aş etmek için ayırmıştı. Çektiği yarmadan yaptığı yarma çorbasını açlıktan perişan olmuş kızlar nasıl kaşıklamışlardı. İki gözü iki çeşme izlemişti yetim yavruları. “Guzum sonra su ısıttım, bi güzel yıkadım halalarınızı, sabunladım saçlarını sonra kemik tarakla taradım. Saçlarının dipleri yavşak dolmuş bakımsızlıktan. Karınları doyunca, bir de ak pak olunca uyuyuverdiler birer dizimde. 11-13 yaşlarındaydılar herhal…. Diye anlatırdı o günleri. Hiçbir zaman öz evlatlarından ayırmadı ikisini de. Evlendikten sonra dört çocuk da kendisinin oldu. Altı çocukla birlikte mutlu mesut zorda olsa hayat şartları yaşayıp gidiyorlardı. Ta ki eşi hastalanıp vefat edinceye kadar. Büyük oğlu dokuz yaşında idi. Diğerleri daha küçük. Hayatın bütün yükü iki yetimle birlikte kendi yetimlerinin de omzuna çökmüştü yeniden. Şimdi heybesinde çocukları için aldığı hediyeler vardı onları sevindirecekti. Şeker pancarı satılmış parası alınmış evin eksikleri görülmüş. Yapılacak çok iş vardı ama o sessizce:
-Çok şükür Allah’a dedi evet halimize çok şükür…..
Eve geldiğinde çocukları ellerinden heybelerini aldılar kapıda karşılayarak. Koşar adım eve çıktılar. Ahırda mallara bakmak gerekti. Çocukları çalışkandı gene de arkalarından kontrol edilmeleri gerekiyordu. Ama önce yemek yemeli çocukları da doyurmalı idi. Heybeyi boşalttı iri gözlerle kendisine bakan çocuklarına kazandıkları şeker parasını gösterecekti. İşte çalıştıklarının karşılığı idi. Kış rahat edeceklerdi. Çok şükürdü çokkkk. Hep öyle yapardı. Bir yerden para gelince kazanınca, parayı divanın üzerine atardı. Saklamazdı hiç. Elini kuşağına attı. Para sarılı bezi çıkarttı. Bir şeyler ters gitmişti sanki. Bez sarılı mı değildi? Sanki gevşekti. Açtı “Aman Allahım!!!” boştu. Aklını atacak gibi oldu. Kuşağın içine baktı. Yoktu. Düşürmüştü. Çocuklarının yetimlerinin kışlık parasını kaybetmişti. Kimseden yardım alacak durumda değildi ki hep etrafındakiler sanki hasımdı. Delirecek gibi oldu gözleri doldu. Dolaştı ortalıkta. Çocuklar şaşkın “Ana ne oldu abu ne oldu?” diye eteklerini çekiştiriyordu. Yetim kızları “abu” diyorlardı.
Abdestliğe gitti iki gözünden yaşlar akıyordu. Abdestini tazeledi. Koyun postundan namazlığını kapının arkasından indirdi. Divana durdu. “Allah-u Ekber.” Namazda idi. Kıldı, selam verdi. Artık dilediğini söyleyebilirdi. Hep bu işleri ona sınav edene karşı boynu büküktü ama bu kez gözleri yaş içinde kafasını kaldırdı. Dua mı ediyordu çekişiyor mu idi belli değildi:
-Allah’ım beni bu iki yetimin başına sen gönderdin. Bu çocukları bana sen nasip ettin. Bunca kötü insanın içinde dünya iyisi kocamı elimden sen aldın. Sana hiç çehremi karartmadım. Divanından uzak durmadım. Ama şimdi sen benim yetimlerimin parasını nasıl başkasına aldırırsın. Yetimlerimin parasını bana geri getirmediğin sürece “ALNIM SECDEYE GELİR GÖNLÜM SECDEYE GELMEZ. BENİM YETİMLERİMİN HAKKINI BAŞKASINA YEDİRME…” Gayrısı gerisini sen bilirsin. Ellerini yüzüne götürdü sanki rahatlamıştı. Belki de yapacak başka bir şey yoktu. Olan olmuştu sınav devam ediyordu ama. O andan sonra dilinde hep aynı naz hali aynı dua. “Alnım secdeye gelir gönlüm secdeye gelmez. Benim yetimlerimin hakkını başkasına yedirme.”
Diğer tarafta ise Kara Mesut bulduğu(!) para ile eve geldiğinde keyfi çok yerinde idi. Haftalık çizmelerini sildirdi. Yemeğini hazırlattı evdekilere talimatlar verdi. Karnı da acıkmıştı. “Sofra kurun” dedi. “Ata arpa, su verin” Evde koşturmaca başladı. Küçük oğlu ata indi. Gelinler yemek telaşına düştü. Sonra geliverdi önüne.. Daha lokmasını çiğnememişti ki “koşun koşun at ölüyor!!!” sesleri ile sofradan kalktı. Pencereden bakınca oğlunun “Baba ata bir şey olmuş” dediğini duydu ağzındaki lokmayı yutamadı. Koştu. Ahıra girince atın yerde yattığını ve çoktan öldüğünü gördü. Anlam veremedi. Ne oldu? Nasıl oldu? Derken. Tütün için kullanılan DDT ’şişesinin devrildiğini kapağının açıldığının ve ata verilecek arpanın içine döküldüğünün farkına vardılar. Kızsa bir türlü, dikkatsizdi çocuklar. Kızdı bağırdı, sövdü. Yapacak bir şey yoktu. Eve çıktı. Herkesin yüzünden düşen bin parça üzülmüşlerdi. Sofra yarıda kalmıştı. Zorda olsa yedi bir şeyler. Sıkıca tembihledi herkesi ilaçları yemlerden yiyeceklerden uzak koymalarını tembihledi. DDT şişesini kendisinin oraya koyduğunu unutmuştu belki de.
İkindi vakti idi. Namaza gitti. Huşu(!) ile namazını kıldı. Milletle atın öldüğünü paylaştı. Pazarı alışverişi konuşuyorlardı. Evi camiye yakındı. Sığırları ve kömüşleri eve dönüyorlardı. Hayvanların boyunlarındaki çanlardan bilirdi herkes kendi malının geldiğini yayılımdan. Çocuklar karşıladı ama bir tuhaflık vardı. Telaşla koşuyorlar birbirlerine sesleniyorlar bir curcunadır gidiyordu. O da telaşlandı koşar adım ayrıldı eve doğru seğirtti. Gözleri fal taşı gibi açılarak baktı yerdeki combasına (kömüşün henüz enenmemiş erkek yavrusu). Kimse bir şey bilmiyordu. Evin önüne gelince yıkılmıştı birden. Ne yaptılarsa olmadı. Bıçak zor yetişti kesiverdiler oracıkta. Yoksa murdar gidecekti. Önce atı, sonra combası, anlam veremiyordu bir türlü. Ne oluyordu? Atın ölümü köpeklere combanın ölümü evdekilere bayram olmuştu. Fatma Ana da geçmiş olsun için gelmişti. Komşusunun acısını paylaşmak için canının sıkısının yanında. Komşusuna da ayrı üzülmüştü. Az bir şey değildi ki. Parasının kaybolduğunu kimseye diyememişti ama köyde bir hal var idi. Tuhaf şeyler oluyordu. Evine döndü. Beterin beteri vardı ama onlar kendisi gibi değildi ki; varlıklı idiler…..
Akşam, yatsı namazları kılındı. Çocuklarına da kıldırıyordu namazları. Öğretiyordu muhakkak namaz kılınmalı idi. Allah sevmezdi. İnsan olan namazını kılardı. Çocukken öğrenmeli idi. Oturtur dizlerine tek tek süreleri ezberlettirirdi çocuklarına. Okumamıştı yeni yazıdan ama eski yazıyı da dinini de dedesinden öğrenmişti. Gece gözleri karanlıklara bakarak uyuyamadan sabah ezanını duyana kadar duası dilinde Rabbine niyaz etti. Ezanı duyunca kalktı acı acı gülümsedi “yatsı abdesti bile duruyordu” gene de abdest tazeledi. Namaz ve gene aynı dua: “Alnım secdeye gelir gönlüm secdeye gelmez” Benim yetimlerimin hakkını başkasına yedirme.” Çocukları uyandırdı. Çorbalarını ısıttı. Ahıra indi yeniden aynı dün gibi bir gün, yapılması gereken işleri onu bekliyordu. Uyuyamamıştı ama en çok canını sıkan kış aylarında hiçbir gelir olmadan ne yapacaktı. Zor olacaktı bu kış çok zor….
Kara Mesut sabah namazından çıktığında birileri ikaz etti. “Bi harama mı uğradın ne yaptın. Bi düşün.” Aklına dükkânda üzerine basarak aldığı(!) para geldi ama ona yormadı. Yok canım olmazdı. Yok be… Dedi. Evine geçti. Herkes kalkmış, inekler sağılacak, temizlik yapılacak, sofra kurulacak, bir telaş ile herkes işlere girişmişken. Ahırdan bir ses geldi. “Koşun koşun!!!” “La havle” ile yerinden fırladı. Aklında bin türlü bela ile. İçeri girdiklerinde ineğin yanında kızının upuzun yattığını gördü. Hemen at arabasını hazırladılar. Önce ilçeye oradan şehir hastanesine koşturdular. Ölmemişti çok şükür ama yoğun bakımda idi. Az daha geç kalsalar….
Üzgündü. Şehirde kalamadı. Refakatçı bıraktılar hastanede. İlçeye geldiler. İlçede yere düşen paranın üzerine bastığı dükkânda dert yanıyordu: Üç günde başına gelmedik kalmamıştı. At, comba, Kız kardeşi, korkuyordu başka şeyler de olabilirdi. Bir felaket dolaşıyordu başlarında. Dükkân sahibi çekinerek dedi ki:
-Üç gün önce idi. Fatma Kadının parasının üstüne bastın. Ben de bir şey demedim. Yetim hakkı o para. Git parayı ver. Fazlasını ver kapısına yapış af dile. Bu Allah’ın affedeceği bir günah değil!... dedi. O günden beri benim de uykularım kaçtı. Neden söylemedim. Nasıl görmezden geldim. Diye….
Fatma Kadın evde en rahat olduğu yerde çocuklarının yanında idi. Ocaklıkta yemek pişiyor. Günün yorgunluğunu, yaşanan olayların huzursuzluğunu çocukları ile gidermeye çalışıyordu. Arada ateşe odunları iteliyor, arada tahta kaşığı ile yemeği karıştırıyordu. Birden kapı çalındı. Hayat kapısının sesi duyuldu arkasından ayak sesleri. Mutfaktan çıkana kadar gelmişti gelen kim ise. Hayır mı dedi şaşkın gözlerle. Kara Mesut parayı uzattı: “Fatma Gelin, Fatma Gelin! Ben bir halt ettim. Hata ettim. Bu para senin. Beni affet dedi. Bildim nereden geldiğini belanın. Beni affet… Yer sustu, gök sustu, zaman durdu. Kendisine uzatılan paraya baktı, sonra karşısında perişan duran utanç içinde ki adamın yüzüne. Gözleri kinli kızgın, var git işine dedi. Senin işin Allah ile.
Abdesti vardı. Koyun postundan namazlığını indirdi. Namaza durdu. Gözlerinden akan yaşlar seccadesini ıslatıyordu. Selam verdi. Gene mahcup, mazlum, bir o kadar sanki suçlu, sanki kabahat işlemiş gibi. Tövbe eder gibi, sevdiğine en sevdiğine nazlanıyordu.
“Alnımda secdede gönlümde secdede ben sana gücenir miyim hiç? Çaresiz kaldım nazlandım. Yetimlerimin sahibi” diyordu.
Divanın üzerinde ise şeker pancarından kazandıkları para ile oynuyordu yetimleri.